Haftaya Dair Hukuki Gelişmeler Bülteni

 

  1. Kamu Alacaklarında Uygulanan Gecikme Zammı ve Tecil Faizi Oranı Yükseltilmiştir

8484 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı (“Karar”) ve bu Karar’a paralel olarak Hazine ve Maliye Bakanlığı (“Bakanlık”) tarafından hazırlanan Tahsilat Genel Tebliği (Seri: C Sıra No: 8) (“Tebliğ”) 21 Mayıs 2024 tarihli ve 32552 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

  • Karar’a göre; 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkında Kanun (“Kanun”) uyarınca 14/11/2023 tarihinden itibaren %3,5 olarak uygulanan gecikme zammı oranı21/5/2024 tarihinden itibaren %4,5 olarak belirlenmiştir.
  • Gecikme zammı oranının değişmesiyle birlikte gecikme faizi, pişmanlık zammı ve izah zammı da %4,5 olmuştur.
  • Tebliğ’e göre; Kanun’un 48. maddesi uyarınca uygulanan yıllık tecil faizi oranı ise %36’dan %48’e çıkarılmıştır.

Geçiş Hükümleri:

  • Tebliğ’in yayımından önce yapılan müracaatlara dayalı tecil edilecek amme alacakları ile Tebliğ’in yayımı tarihinden önce tecil edilmiş ve tecil şartlarına uygun olarak ödenmekte olan amme alacaklarına uygun olarak ödendikleri sürece müracaat tarihlerinden itibaren eski tecil faizi oranı uygulanacaktır.
  • Ancak Tebliğ’in yayımı tarihinden önce tecil talebinde bulunulmuş ve talep kabul edilerek tecil edilmiş amme alacaklarına yönelik tecilin ihlal edilmiş olması halinde yeni talepte bulunulmuşsa Tebliğ’in yayımlandığı tarihe kadar eski tecil faizi oranı, bu tarihten sonra ödenmesi gereken taksit tutarlarına ise %48 tecil faizi oranı uygulanacaktır.

Söz konusu Karar’ın tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

Kararla ilgili Gelir İdaresi Başkanlığı’nın (“GİB”) duyurusuna ve açıklayıcı bilgi notuna buradan ulaşabilirsiniz.

Söz konusu Tebliğ’in tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

Tebliğ’le ilgili GİB’in duyurusuna ve açıklayıcı bilgi notuna buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. 8485 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile Yıllık Yasal Faiz Oranında Değişiklik Yapılmıştır

21 Mayıs 2024 tarihli ve 32552 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 8485 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı’na (“Karar”) göre; yıllık yasal (kanuni) faiz oranı, %9’dan %24’e çıkarılmıştır.

Söz konusu yasal faiz oranı, 1 Haziran 2024 tarihinden itibaren geçerli olacaktır.

Karar’ın tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. Elektronik Defter Genel Tebliği (Sıra No: 1)’nde Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ (Sıra No: 4) Yayımlanmıştır

Hazine ve Maliye Bakanlığı (“Bakanlık”) tarafından hazırlanan Elektronik Defter Genel Tebliği (Sıra No: 1)’nde Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ (Sıra No: 4) (“Tebliğ”) 21 Mayıs 2024 tarihli ve 32552 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

Tebliğ ile;

  • e-Defter uygulamasına dâhil olmak zorunda olmasına rağmen uygulamaya dâhil olmayan mükelleflerin uygulamaya dâhil edilebilmesi,
  • Elektronik defter ve berat dosyalarının Gelir İdaresi Başkanlığı (“GİB”) sistemlerine yüklenmesine ilişkin süreçlerin etkinleştirilmesi amacıyla defter ve berat dosyalarının oluşturulması,  
  • Elektronik defter ve berat dosyalarının GİB’ten bu hususta izin alan özel entegratörlerin veya yazılım uyumluluk onayı verilen yazılım firmalarının ya da defter tutma hususunda verilecek olan muvafakatnamenin Dijital Vergi Dairesi üzerinden de verilebilmesi

konularında değişiklik yapılmıştır.

Buna göre;

  • Bu Tebliğ kapsamında e-Defter uygulamasına dâhil olduktan sonra veya dâhil olmak zorundayken işi bırakıp daha sonra yeniden mükellefiyet tesis ettiren gerçek kişi mükellefler, bilanço esasına göre defter tutma yükümlülüğünün bulunması halinde, işe başladıkları tarih itibarıyla e-Defter uygulamasına geçmek zorundadır.
  • Bu Tebliğ kapsamında e-Defter uygulamasına dâhil olan veya dâhil olmak zorunda olan bir gerçek kişi mükellefin ticaret şirketine dönüşmesi halinde, yeni kurulan ticaret şirketi de e-Defter uygulamasına dâhil olmak zorundadır. Uygulamaya dâhil olma süresi hiçbir koşulda işlemin ticaret siciline tescil tarihini takip eden ayın başından itibaren 3 ayı geçemeyecektir.
  • e-Defter uygulamasına dâhil olmak zorunda olmasına rağmen uygulamaya dâhil olmayan mükelleflerin e-Defter hesapları, zorunluluğun başladığı tarih itibarıyla Başkanlık tarafından re’sen açılacak ve durum mükellefe bildirilecektir.

“Bu Tebliğin;

a) 3 üncü maddesi 2024 hesap dönemine ilişkin e-Defterlerden başlamak üzere yayımı tarihinde,

b) 4 üncü maddesi 2024/1 dönemi için oluşturulacak e-Defterlerden başlamak ve bu dönem ile bu dönemi takip eden dönemlere uygulanmak üzere yayımı tarihinde,

c) Diğer hükümleri yayımı tarihinde”

yürürlüğe girmiştir.

Söz konusu Tebliğ’in tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

GİB’in konuyla ilgili duyurusunun tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. Mükellefiyetini Kendi İradesiyle Sona Erdiren veya Re'sen Terkin Edilen Gerçek Kişilere Mükellefiyetinin Sona Erdiği Tarihten Sonra Yapılacak Tebligatın, Elektronik Ortamda Yapılmasında Hukuka Aykırılık Bulunmadığı Hakkında Danıştay Kararı

Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu (“Kurul”) tarafından, 17 Mayıs 2024 tarihli ve 32549 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2023/9 Esas ve 2024/3 Karar No.lu Danıştay Kararı (“Karar”) uyarınca, gerçek kişi olan davacılar adına mükellefiyetleri sona erdikten sonra düzenlenen ihbarnamelerin elektronik ortamda tebliğ edilmesinin hukuka uygunluğunun incelenmesi sonucunda verilen bölge idare mahkemesi kararları arasındaki ayrılıklar giderilmiştir.

Karar’da;

  • Vergi Usul Kanunu'nda, elektronik tebligatın hangi usul ve esaslara göre yapılacağının düzenlendiği, buna göre elektronik tebligatın usulüne uygun olarak yapıldığının kabul edilmesi, "bu Kanun hükümlerine göre tebliğ yapılacak bir kimsenin bulunması" ve "ilginin tebliğe elverişli elektronik bir adresinin var olması" şartlarının gerçekleşmesine bağlı olduğu,
  • Diğer taraftan, Kanun'un 107/A maddesinde kendisine elektronik ortamda tebligat yapılacak kişilerin ve elektronik tebliğe ilişkin diğer usul ve esasların belirlenmesinde Maliye Bakanlığı yetkili kılındığı, anılan yetkiye dayanılarak Maliye Bakanlığı tarafından çıkarılan 456 Sıra No.lu Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği ile elektronik ortamda tebliğe elverişli elektronik adres kullanma zorunluluğu getirilenler ve kendisine elektronik ortamda tebligat yapılacakların belirlendiği, bu kişilerin elektronik tebligat sisteminden hangi hallerde çıkabileceği düzenlendiği,
  • Anılan Tebliğ'de elektronik tebligat sistemine dahil olan gerçek kişilerin bu sistemden çıkabilmesi için öngörülen haller, kişilerin hak ehliyetinin sona erdiği durumlara özgülenmiş ve gerçek kişilerin mükellefiyetini kendi iradesiyle sona erdirmesi veya mükellefiyeti re'sen terkin edilmesi, elektronik tebligat sisteminden çıkış için öngörülen haller arasında sayılmadığı,
  • Bu durumda vergi mükellefleri ile vergi idareleri arasındaki vergilendirme sürecinden doğan ilişki mükellefiyet sona erdikten sonra da devam edeceğinden, elektronik tebligat sistemine dahil olan gerçek kişilerin, ölüm veya gaipliğine karar verilmesi dışındaki bir hal ile mükellefiyetinin sona ermesi durumunda ilgiliye elektronik tebligat yapılabilmesinin mümkün olduğu sonucuna varıldığı,
  • Kanun'un 107/A maddesinde "Kanun'un 93. maddesinde sayılan usullere bağlı kalınmayacağına" dair kurala yer verilmek suretiyle elektronik tebligat ile diğer tebliğ yöntemlerinin birbirinden farklı usul ve esaslara tabi olduğu kabul edildiğinden ve verilen yetkiye istinaden çıkarılan Tebliğ'de mükellefiyetin iradi veya re'sen terkin edilmesi hâli elektronik tebligat sisteminden çıkılmasına yönelik haller arasında sayılmadığından mükellefiyetini kendi iradesiyle sona erdiren veya mükellefiyeti re'sen terkin edilen gerçek kişilere mükellefiyetinin sona erdiği tarihten sonra yapılacak tebligatın, Vergi Usul Kanunu'nun 107/A maddesi uyarınca elektronik ortamda yapılmasında hukuka aykırılık bulunmadığı sonucuna varıldığı

İfade edilerek

  • Açıklanan hukuksal nedenler ve gerekçeyle aykırılığın, mükellefiyetini kendi iradesiyle sona erdiren veya mükellefiyeti re'sen terkin edilen gerçek kişilere mükellefiyetinin sona erdiği tarihten sonra yapılacak tebligatın, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu'nun 107/A maddesi uyarınca elektronik ortamda yapılmasında hukuka aykırılık bulunmadığı yönünde giderilmesine 06/03/2024 tarihinde oyçokluğuyla

Karar verilmiştir.

Karar’ın tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

  1. Deprem Bölgesinde Bulunan Mükelleflerin Borçları İçin Yeniden Yapılandırma Başvuru ve Taksit Ödeme Süreleri Değiştirilmiştir

Hazine ve Maliye Bakanlığı (“Bakanlık”) tarafından hazırlanan Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılmasına Dair 7440 Sayılı Kanun (“7440 sayılı Kanun”) Genel Tebliği (Seri No: 6) (“Tebliğ”) 16.05.2024 tarihli ve 32548 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.

Tebliğ’e göre;

  • Kahramanmaraş merkezli depremlerden etkilenen ve mücbir sebep hali uzatılan Adıyaman, Hatay, Kahramanmaraş, Malatya ile Gaziantep'in İslahiye ve Nurdağı ilçelerindeki mükellefler, 2 Aralık 2024'e kadar yapılandırma başvurusunda bulunabilecektir.
  • Bu il ve ilçelerdeki uygulanan mücbir sebep hali 31 Ağustos 2024'te (bu tarih dahil) sona ereceğinden bu yerlerdeki dairelere 7440 sayılı Kanun kapsamında yapılacak başvurular Tebliğe göre tamamlanmalıdır.
  • Yapılandırılan tutarın birinci taksitinin 31 Aralık 2024’te, ikinci taksitin 31 Ocak 2025'te, diğer taksitlerin ise takip eden aylarda ödenmesi gerekmektedir.
  • Söz konusu mükelleflerin, matrah ve vergi artırımından yararlanmak istemeleri halinde de yine 2 Aralık 2024'e kadar beyan veya bildirimde bulunmaları şart koşulmuştur.

Tebliğ’le getirilen düzenlemeler yayımı tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Tebliğ’in tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. Bankacılık Sektöründeki Şüpheli İşlemlere İlişkin “Şüpheli İşlem Bildirimi Rehberi” MASAK Tarafından Güncellenmiştir

Mali Suçları Araştırma Kurulu’nun (“MASAK”) 14 Mayıs 2024 tarihli duyurusuna göre; bankacılık sektörüne özgü Şüpheli İşlem Bildirimlerine ilişkin usul ve esasları düzenleyen Şüpheli İşlem Bildirimi (Bankacılık Sektörü) Rehberi (“Rehber”) ve Formu, sektör birliklerinden alınan görüş ve öneriler ile Kara Paranın Aklanması ve Terörizmin Finansmanın ile Mücadele Ulusal Risk Değerlendirmesi Raporu çerçevesinde değiştirilmiştir.

Rehber ile özetle;

  • Şüpheli İşlem Bildirim Formu sadeleştirilerek güncel finansal teknolojilerin tümünü kapsaması sağlanmıştır.
  • Gelişen ve değişen suç tipolojileri göz önünde bulundurularak yeni şüpheli işlem tipleri eklenmiştir.
  • Bildirim kategorilerine terör örgütü bilgileri ve Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanı kategorileri eklenmiştir.
  • Şüpheli işleme ilişkin açıklama alanında bildirimlerin kalitesini artırmaya yönelik kontrol noktaları eklenmiştir.
  • Referans değer tabloları güncellenmiş ve kodlamalar değiştirilmiştir.
  • Yeni şüphe kategorileri eklenerek şüphe kategorisi seçimi zorunlu hale getirilmiştir.

Şüpheli işlem bildirim Rehberi ve Formunun güncellenmesiyle eş anlı olarak; elektronik ortamda bildirime imkân sağlayan Masak Online 1.0 sistemi de güncel teknoloji ile yeniden tasarlanarak yükümlülerin hizmetine sunulmuştur.

Bu kapsamda; bankalar, bankacılık faaliyetleri ile sınırlı olmak üzere Posta ve Telgraf Teşkilatı A.Ş. 09.05.2024 tarihinden sonra şüpheli işlem bildirimlerini bu rehberde belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde göndermesi gerekmektedir.

5549 sayılı Suç Gelirlerinin Aklanmasının Önlenmesi Hakkında Kanun’un (“Kanun”) “Şüpheli işlem bildirimi” başlıklı 4’üncü maddesi gereğince, yükümlüler nezdinde veya bunlar aracılığıyla yapılan veya yapılmaya teşebbüs edilen işlemlere konu mal varlığının yasa dışı yollardan elde edildiğine veya yasa dışı amaçlarla kullanıldığına dair herhangi bir bilgi, şüphe veya şüpheyi gerektirecek bir hususun bulunması hâlinde bu işlemlerin, yükümlüler tarafından MASAK Başkanlığına bildirilmesi zorunludur.

Yükümlülüğün ihlali durumunda Kanun’un “Yükümlülük ihlâlinde adlî ceza” başlıklı 14’üncü maddesinin 1’inci fıkrasınca bir yıldan üç yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır.

Rehber’in tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

MASAK’ın konuyla ilgili duyurusunun tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. Kişisel Verilerin Yurt Dışına Aktarılmasında Kullanılacak Olan Standart Sözleşmelere ve Bağlayıcı Şirket Kurallarına İlişkin Taslak Dokümanlar Kamuoyu Görüşüne Açılmıştır

Kişisel Verileri Koruma Kurumu’nun (“Kurum”) 17 Mayıs 2024 tarihli duyurusuna göre; 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanununun (“KVKK”) “Kişisel verilerin yurt dışına aktarılması” başlıklı 9 uncu maddesi uyarınca kişisel verilerin yurt dışına aktarılması bakımından uygun güvence sağlama yöntemleri olarak öngörülen standart sözleşme ve bağlayıcı şirket kurallarına ilişkin taslak dokümanlar hazırlanmıştır.

Kurum tarafından ilgililerin 27/5/2024 tarihine kadar, görüş ve değerlendirmelerini işlenebilir formatta, aktarim@kvkk.gov.tr elektronik posta adresine göndermesi istenmiş olup belirtilen tarihten sonra intikal edecek görüşler değerlendirmeye alınmayacaktır.

  • Kurum’un ilgili duyurusunun tam metnine,
  • Kişisel Verilerin Yurt Dışına Aktarılmasında Kullanılacak Standart Sözleşme örneklerine,
  • Veri Sorumluları İçin Bağlayıcı Şirket Kuralları Başvuru Formu’na,
  • Veri Sorumluları İçin Bağlayıcı Şirket Kurallarında Bulunması Gereken Temel Hususlar-Yardımcı Kılavuz’a,
  • Veri İşleyenler İçin Bağlayıcı Şirket Kuralları Başvuru Formu’na,
  • Veri İşleyenler İçin Bağlayıcı Şirket Kurallarında Bulunması Gereken Temel Hususlar-Yardımcı Kılavuz’a

 buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. Kişisel Verilerin Korunmasını İsteme Hakkı Kapsamında Adın Değiştirilmesinden Sonra Gazetede İlan Edilmesine İlişkin TMK Hükmünün İptal Edildiğine Dair Anayasa Mahkemesi Kararı

Anayasa Mahkemesi (“AYM”) tarafından, 16.05.2024 tarihli ve 32548 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2023/34 E., 2024/60 K. sayılı ve 22/2/2024 tarihli kararı (“Karar”) ile 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (“TMK”) 27. maddesinin[1] ikinci fıkrasında yer alan “…ilân…” ibaresi Anayasa’nın 13. ve 20. maddelerine aykırı bulunarak iptal edilmiştir.

İlgili norm denetimi kararına göre;

  • Adın değiştirilmesi talebiyle açılan davada itiraz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına varan Yerel Mahkeme, iptali için AYM’ye başvurmuştur.
  • Başvurucu, uygulamada ilgili kararın hüküm fıkrasının gazetede ilan edildiği, ilanın bu şekilde yapılması suretiyle kişinin önceki adı, şimdiki adı, anne ve baba adı, nüfusa kayıtlı olduğu yer ve doğum tarihi gibi kişisel verilerinin herkes tarafından bilinebilecek hâle geldiğini belirterek kuralın Anayasa’nın 2., 5., 20., 36. ve 141. maddelerine aykırı olduğunu ileri sürmüştür.
  • AYM tarafından;
  • Anayasa’nın 20. maddesinde kişisel verilerin korunmasının, özel hayata saygı gösterilmesini isteme hakkı kapsamında güvenceye alındığı,
  • Bir kişinin adının kişisel veri niteliğinde olduğunun son derece açık olduğu,
  • İtiraz konusu kuralın, adın değiştirilmesinin ilan edilmesini öngörmek suretiyle kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sınırlama getirdiği,
  • İlanın kapsamının ne olacağı, bu bağlamda ilanda kişisel veri niteliğindeki hangi bilgilere yer verileceği, ilanın şekli ve usulü konusunda herhangi bir düzenleme yapılmadığı dolayısıyla kuralda keyfîliğe izin vermeyecek şekilde belirli ve öngörülebilir olmasını sağlayacak kanuni güvencelere yer verilmediği,
  • Ad değişikliğinin ilanında kişisel veri niteliğindeki bilgilerden hangilerinin kullanılacağına, bu bilgilerin ilanda nasıl yer alacağına yönelik güvencelerin ve temel ilkelerin kanunla belirlenmediği

belirtilmiş ve anılan kural Anayasa’nın 13 ve 20. maddelerine aykırı görülerek İPTAL EDİLMİŞTİR.

Karar, Resmi Gazete’de yayımlandığı tarihten 9 ay sonra yürürlüğe girecek olup tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. Yerel Arama Hizmetleri Bakımından Rekabet İhlali Yaratan Google Hakkında Rekabet Kurulu Tarafından Günlük İdari Para Cezasına Hükmedilmiştir

Rekabet Kurumu’nun (“Kurum”) 16 Mayıs 2024 tarihli duyurusuna göre; rakip yerel arama hizmetleri ve rakip konaklama fiyatı karşılaştırma hizmetlerine kıyasla genel arama sonuç sitesinde kendi hizmetlerine öncelik sağlamama şeklindeki yükümlülüğünü, otel sorgularına ilişkin yerel arama hizmetleri bakımından yerine getirmeyen Google’a 2023 yılı gayri safi gelirlerinin her gün için onbinde beşi oranında idari para cezası uygulanmasına karar verilmiştir.

İlgili idari para cezası, 15.04.2024 tarihinden bu yükümlülüklerin yerine getirilmesine kadar uygulanmaya devam edecektir.

Daha öncesinde; Google'a yönelik 2021 yılında yürütülen soruşturma doğrultusunda, kendi yerel arama (Local Unit) ve konaklama fiyatı karşılaştırma (Google Hotel Ads-GHA) hizmetlerine öncelik vermek suretiyle rakiplerinin faaliyetlerini zorlaştırdığı ve konaklama fiyatı karşılaştırma hizmetleri pazarlarındaki rekabetin bozulmasına yol açtığı sonucuna ulaşılmış ve Google hakkında 296.084.899,49 milyon TL idari para cezasına hükmedilmişti.

Bu kapsamda Google tarafından “yerel arama hizmetleri” pazarında Kurul tarafından işaret edilen endişeleri bertaraf etmek için yerel arama hizmetlerine ilişkin yeni tasarımları içeren tedbir önerilerini sunulmuş olup Kurulun 21.03.2024 tarihli toplantısında, Google tarafından sunulan bu tedbir önerilerinin uygulanmaya alınması ve 3 aylık süre zarfınca izlenmesine karar verilmiştir.

Ancak Google’ın “yerel arama hizmetleri” bakımından uygulanmaya alınmasına karar verilen yeni tasarımları otel sorguları bakımından uygulamadığı, dolayısıyla Google’ın “yerel arama hizmetlerine” ilişkin Kurul tarafından getirilen yükümlülükleri yerine getirmediği tespit edilmiştir.

Kurum’un ilgili duyurusunun tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. Ünlü Bir Baharat Zinciri Hakkında Yürütülen Rekabet Hukuku Soruşturması Yaklaşık 3 Milyon TL İdari Para Cezasıyla Sonuçlanmıştır

Rekabet Kurumu’nun (“Kurum”) 14 Mayıs 2024 tarihli duyurusuna göre; Bağdat Pazarlama Ticaret Limited Şirketi ve Deva Baharatları Gıda Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi’nin oluşturduğu ekonomik bütünlüğün;

Alıcılarının yeniden satış fiyatını tespit etmek suretiyle 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’un 4. maddesini[2] ihlal ettiğine,

Uzlaşma usulü sonucunda teşebbüslere takdiren 2.788.758,20 TL tutarında idari para cezası uygulanmasına

karar verilmiştir.

Rekabet Kurumu’nun (“Kurul”) sayılı 18.04.2024 tarihli, 24-19/423-173 sayılı kararının tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

Kurum’un konuya ilişkin duyurusuna buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. Yargıtay Tarafından Kasko Poliçesinden Doğan Vekalet Ücreti Uyuşmazlığında Tüketici Mahkemesi Görevli Kabul Edilmiştir

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin (“Yargıtay”) taraflar arasında düzenlenen kasko sigorta poliçesinde yer alan hukuksal koruma teminatı nedeniyle davacı tarafından ödenen vekalet ücretinin tazminine ilişkin 2023/7105 E., 2023/11538 K. sayılı kararı (“Karar”) 21 Mayıs 2024 tarihli ve 32552 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.

Karar’a göre,

  • Taraflar arasında asliye ticaret mahkemesinde görülen “kasko sigorta poliçesinde yer alan hukuksal koruma klozuna dayalı tazminat davası” nda; ilk derece mahkemesi tarafından aracın kullanım şeklinin kamyonet olması sebebiyle aracın ticari araç olduğu kanaatine varılmış ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun sigorta hukuku hükümleri uygulanarak davacı lehine vekalet ücreti takdir edilmediği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
  • Adalet Bakanlığı, aracın gerek poliçede gerekse tescil evrakında kullanım amacının “hususi” olarak gösterilmesi sebebiyle, tüketici uyuşmazlığı olan eldeki uyuşmazlıkta tüketici mahkemelerinin görevli olacağını belirtmiş ve görevsizlik nedeniyle dava şartı yokluğundan usulden ret kararı vermeyen ilk derece mahkemesi kararına karşı kanun yararına bozma yoluna başvurmuştur.
  • Yargıtay tarafından;
  • Davalının sorumluluğunun davacıyla yaptığı kasko sigorta sözleşmesine aykırılık olduğu, sigortalı aracın hususi olarak kullanıldığı,
  • Davalı ve davacı arasındaki ilişkinin 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 3/1 maddesinde sayılan tüketici işleminden kaynaklandığı,
  • Davacının açtığı tazminat davasında Tüketici Mahkemelerinin görevli olduğu

ifade edilmiş ve görevsizlik kararı vermeyerek işin esasına giren ilk derece mahkemesi kararı KANUN YARARINA BOZULMUŞTUR.

Yargıtay’ın söz konusu Karar’ının tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. Karşı Taraf Lehine Usule İlişkin Kazanılmış Hak Oluştuğu Gerekçesiyle Zarar Miktarının Daha Yüksek Hesaplandığı Ek Bilirkişi Raporunun Hükme Esas Alınmaması Suretiyle Adil Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin Anayasa Mahkemesi Kararı

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’nın (“AYM”) adil yargılanma hakkını incelediği 2020/21347 başvuru numaralı ve 21/12/2023 tarihli “Ahmet Özgan ve Şule Özgan Başvurusu” isimli kararı (“Karar”) 20 Mayıs 2024 ve 32551 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.

Başvuru; trafik kazası neticesinde meydana gelen ölümden dolayı açılan destekten yoksun kalma tazminatı davasının ilk bilirkişi raporunda hesaplanan zarar miktarına davacılar tarafından itiraz edilmemesi sebebiyle miktar yönünden karşı taraf lehine usule ilişkin kazanılmış hak oluştuğu gerekçesiyle zarar miktarının daha yüksek hesaplandığı ek bilirkişi raporunun hükme esas alınmaması suretiyle kısmen reddedilmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

Karar’a göre;

  • Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtildiği, dolayısıyla mahkemeye erişim hakkının Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsuru olduğu, diğer yandan Anayasa'nın 36. maddesine "adil yargılanma" ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınan adil yargılanma hakkının madde metnine dâhil edildiğinin vurgulandığı,
  • Mahkemeye erişim hakkının bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına geldiği (Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 52), dolayısıyla kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hâle getiren ya da onu önemli ölçüde etkisizleştiren müdahaleler mahkemeye erişim hakkı kapsamında değerlendirilmesi gerektiği,
  • Somut olayda, ölüm nedeniyle açılan destekten yoksun kalma tazminatı davasının yargılama sürecinde düzenlenen ek bilirkişi raporuna istinaden fazlaya ilişkin olarak talep edilen tazminat miktarına dair kısmının içtihat yoluyla geliştirilen bir usul kuralının uygulanması yoluyla ilk bilirkişi raporuna itiraz edilmediğinden miktar yönünden karşı taraf lehine usule ilişkin kazanılmış hak oluştuğu gerekçesiyle talebin esasına yönelik herhangi bir değerlendirme yapılmaksızın reddedilmesi başvurucuların mahkemeye erişim hakkına yönelik bir müdahale teşkil ettiği,
  • Adil yargılanma hakkının görünümlerinden biri olan mahkemeye erişim hakkının mutlak bir hak olmadığı, bu hakkın sınırlandırılmasının mümkün olduğu, ancak mahkemeye erişim hakkına müdahalede bulunulurken Anayasa'nın temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen 13. maddesinin göz önüne alınması gerektiği,
  • Bu itibarla yukarıda belirtilen müdahalenin Anayasa'nın 13. maddesinde öngörülen ve somut başvuruya uygun düşen, kanun tarafından öngörülme, haklı bir sebebe dayanma (meşru amaç) ve ölçülülük ilkesine aykırı olmama ölçütlerine uygun olup olmadığının belirlenmesi gerektiği,
  • Usule ilişkin kazanılmış hak ilkesinin, usul hukukuna ilk olarak Yargıtayın içtihadı birleştirme kararlarıyla girdiği (bkz. §§ 25, 26), söz konusu içtihadı birleştirme kararlarıyla çizilen çerçeveye göre bu ilkenin; ilk derece mahkemeleri bakımından mahkemenin bozma kararına uyması hâlinde artık bozma kararı doğrultusunda inceleme yapmak ve/veya hüküm vermek zorunda olmasını, ayrıca bozma kararı dışında kalan kısım hakkında yeniden inceleme yaparak karar verememesini, temyiz mercii yönünden ise bozma kararında belirtilen bozma gerekçeleriyle kendisinin de bağlı olmasını ve bozma kararı dışında kalan kısım hakkında tekrar inceleme yapamamasını ifade etmekte olduğu,
  • Somut davada Mahkemenin, usuli kazanılmış hak ilkesini başvurucuların maddi hukuka ilişkin birtakım haklarının ortadan kalkmasına yol açacak biçimde uyguladığı, anılan uygulamanın dayanağını Yargıtay içtihadı oluşturmakta ise de yargısal içtihadın bu kapsam ve mahiyette bir uygulamaya hukuksal dayanak teşkil edemeyeceğinin açık olduğu, zira aksi yöndeki kabulün, Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini öngören 13. maddesi hükmüyle bağdaşmayacağı, kuşkusuz yargısal içtihatların, belirli bir konuyu düzenleyen kanun hükmünün uygulanmasını gösterme ve bu bağlamda hukuki belirliliği sağlamada temel kaynaklardan biri olduğu, ancak yargısal içtihatların bu işlevini yerine getirebilmesinin ön şartının o konuyu düzenleyen bir normun varlığı olduğu, nitekim idari davalarda da daha önce sadece içtihadi bir uygulama zemini bulunan usuli kazanılmış hak ilkesi 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 50. maddesinin (4) numaralı fıkrasına 18/6/2014 tarihli ve 6545 sayılı Kanun’un 23. maddesiyle eklenen "Danıştayın bozma kararına uyulduğu takdirde, bu kararın temyiz incelemesi, bozma kararına uygunlukla sınırlı olarak yapılır.biçimindeki hükümle idari yargılama usulü bakımından -bozma kararı bağlamıyla ve temyiz incelemesinin kapsamıyla sınırlı olarak- yasal bir dayanağa oturtulmuş olduğu,
  • Diğer yandan Mahkemenin, somut davada usuli kazanılmış hak kavramını uygularken değerlendirmesini başvurucuların ilk bilirkişi raporuna itiraz etmediği olgusuna dayandırmış olduğu, bu itibarla mahkemeye erişim hakkına yönelik müdahalenin kanunilik ölçütünü taşıyıp taşımadığının değerlendirilmesinde 6100 sayılı Kanun'un bilirkişi raporuna itiraz müessesesini düzenleyen 281. maddesinin de ayrıca irdelenmesi gerektiği,
  • Bu itibarla Kanun'un bilirkişi raporuna itiraz müessesesiyle ilgili söz konusu hükmünün, bilirkişi raporuna itiraz edilmemesine karşı taraf lehine usule ilişkin kazanılmış hak oluşturma sonucunu bağladığı biçimindeki bir yorumun anılan hükme yönelik öngörülebilir bir yorum olmadığı sonucuna varıldığı, dolayısıyla yargılama sırasında alınan ilk bilirkişi raporuna itiraz edilmediği için talep miktarının bu raporda hesaplanandan fazla olan kısmının davalı lehine usule ilişkin kazanılmış hak oluştuğu gerekçesiyle reddedilmesine ilişkin söz konusu müdahalenin kanuni bir dayanağının bulunmadığının görüldüğü,
  • Bilirkişi raporunda eksiklik, hata ya da açıklığa kavuşturulması gereken hususlar olduğunun düşünülmesi üzerine yeniden bilirkişi raporu alınmasını istemenin sadece davanın taraflarına sağlanmış usuli bir güvenceden ibaret olmayıp aynı zamanda uyuşmazlığı çözmekle ve bu bağlamda maddi gerçeği ortaya çıkarmakla yükümlü olan mahkemeye verilmiş yargısal bir görev ve yetki olduğu da dikkatten kaçmaması gerektiği, başka bir anlatımla mahkemenin gördüğü lüzum üzerine resen yeniden bilirkişi incelemesi yaptırılması yoluna gitmesi biçimindeki bir ihtimalin varlığı da gözetilmesi gerektiği, bu bağlamda yargı merciinin maddi gerçeği ortaya çıkarması ve uyuşmazlığı sağlıklı bir şekilde çözümlemesi gerekliliği yukarıda belirtilen amaçların elde edilmesi pahasına görmezden gelinemeyeceği, zira uyuşmazlıkların çözümü için öncelikle maddi vakıanın/gerçekliğin aydınlatılması devletin ilgili hakları gerçekleştirme ve koruma yükümlülüğünün bir gereği olduğu, Kanuna dayalı haklı nedeni gösterilemediği takdirde uyuşmazlığın esasıyla ilgili olarak mahkemenin vakıayı aydınlatarak ulaştığı sonuçtan tarafların veya onlardan birinin yararlanamayacağı ileri sürülemeyeceği, aksinin kabulü ile maddi hak talebinin kısıtlanması, usul hukukunun adil yargılanma hakkı güvenceleri içinde maddi hukukun gerçekleşmesine, başka bir deyişle hakların korunmasına hizmet etme amacına da aykırı olacağı, öte yandan devletin hakları koruma ve gerçekleştirmeye ilişkin yükümlülükleriyle ve adil yargılanma hakkının gerekleriyle bağdaşmayan, maddi gerçekliğin usule feda edilmesi anlamına gelen böyle bir yoruma dayanılması hukuk devleti ilkesini de zedeleyeceği, bu itibarla yukarıda belirtilen bağlamda bir müdahalenin meşru amacının varlığı konusunda da tereddüt bulunmakla birlikte somut davada Mahkemenin resen bilirkişiden yeniden rapor isteme yoluna gitmesi durumunun gerçekleştiği de gözetilerek bu hususun aşağıda ölçülülük unsuru yönünden tartışılmasının uygun olacağı değerlendirildiği,
  • Hâkimin uyuşmazlığın çözümü için başvurduğu bilirkişi incelemesi neticesinde düzenlenen raporu değerlendirme konusundaki takdirinin ortadan kaldırılması ve bu suretle dava yoluyla hak ve menfaatlerini korumak isteyen kişilerin bu haklarının yargı kararıyla hüküm altına alınmasına engel olunması mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceği, bu nedenle mahkemelerin bilirkişi raporuna süresi içinde itiraz edilmemesine bağlanan bu tür hukuksal sonuçlarla ilgili usul kurallarını uygularken yargılamanın hakkaniyetine zarar getirecek nitelikte tutumlardan, yorum ve değerlendirmelerden kaçınmaları gerektiği,
  • Başvurucuların uğradığı maddi zararları Mahkemece uyuşmazlığın çözümü için başvurulan bilirkişi incelemesi yoluyla olgusal olarak tespit edildiği hâlde bu zararın salt usule ilişkin sebeplerle karşılanmamasının, başvurucuların gerçekte maddi hukuka göre sahip oldukları haklarının bizzat yargı kararıyla ortadan kaldırılması sonucunu doğurduğu ve başvurucuları, alacaklarını tam olarak talep etme imkânından yoksun bıraktığı, dolayısıyla usule ilişkin bu uygulamanın başvurucuların söz konusu hakkı elde etmek amacıyla açtıkları davayı anlamsız hâle getirdiği ve bu suretle başvuruculara şahsi olarak ağır ve orantısız bir külfet yüklediği değerlendirildiği, bu itibarla mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahalenin ölçüsüz olduğu sonucuna varıldığı,
  • mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerektiğiAçıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki

İfade edilerek,

Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğunaAnayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir.

Söz konusu AYM Kararı’nın tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

 

 

  1. İlk Derece Mahkemesi Tarafından Kazanılmış Hak Oluştuğu Gerekçesiyle Adli Tıp Kurumu Raporunun Hükme Esas Alınmaması Suretiyle Gerçek Zararın Belirlenmemesi Nedeniyle Mahkemeye Erişim Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin Anayasa Mahkemesi Kararı

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’nın (“AYM”) mahkemeye erişim hakkının ve makul sürede yargılanma hakkının incelediği 2019/8609 başvuru numaralı ve 21/12/2023 tarihli “İsmail Tuncel Başvurusu” isimli kararı (“Karar”) 20 Mayıs 2024 ve 32551 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.

Başvuru, iş kazasına bağlı olarak meydana gelen iş gücü kaybından doğan zararın tazmini talebiyle açılan davada Sosyal Güvenlik Kurumunca tespit edilen maluliyet oranına davacı tarafından itiraz edilmemesi sebebiyle maluliyet oranı yönünden karşı taraf lehine usule ilişkin kazanılmış hak oluştuğu gerekçesiyle maluliyet oranının daha yüksek hesaplandığı Adli Tıp Kurumu raporunun hükme esas alınmaması suretiyle gerçek zararın belirlenmemesi nedeniyle mahkemeye erişim hakkının, davanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

Karar’a göre;

  • Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtildiği, dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alman hak arama özgürlüğünün bir unsuru olduğu, diğer yandan Anayasa'nın 36. maddesine "adil yargılanma" ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınan adil yargılanma hakkının madde metnine dâhil edildiği vurgulandığı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Sözleşme'nin 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının mahkemeye erişim hakkını içerdiğini belirttiği,
  • Somut olayda iş kazası nedeniyle oluşan iş gücü kaybından doğan zararın tazmini talebiyle açılan davada, yargılama sürecinde düzenlenen bilirkişi raporuyla tespit edilen maluliyet oranı farkı üzerinden fazlaya ilişkin zararın hesaplanması yönündeki talebin -içtihat yoluyla geliştirilen bir usul kuralınım uygulanması suretiyle- dava açılmadan önceki süreçte SGK tarafından düzenlenen raporda belirlenen maluliyet oranına itiraz edilmediğinden maluliyet oranı yönünden karşı taraf lehine usule ilişkin kazanılmış hak oluştuğu gerekçesiyle -uyuşmazlığın bu kısmı yönünden esasa yönelik herhangi bir değerlendirme yapılmaksızın- reddedilmesinin mahkemeye erişim hakkına yönelik bir müdahale teşkil ettiği,
  • Adil yargılanma hakkının görünümlerinden biri olan mahkemeye erişim hakkının mutlak bir hak olmadığı ve bu hakkın sınırlandırılmasının mümkün olduğu, ancak mahkemeye erişim hakkına müdahalede bulunulurken Anayasa'nın temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen 13. maddesinin göz önüne alınmasının gerektiği,
  • Bu itibarla müdahalenin Anayasa'nın 13. maddesinde öngörülen ve somut başvuruya uygun düşen, kanun tarafından öngörülme, haklı bir sebebe dayanma (meşru amaç) ve ölçülülük ilkesine aykırı olmama ölçütlerine uygun olup olmadığının belirlenmesinin gerektiği,
  • Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfi müdahaleyi engelleyen, hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biri olduğu, müdahalenin kanuna dayalı olması öncelikle şekli manada bir kanunun varlığını zorunlu kıldığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından çıkarılan şeklî anlamda bir kanun hükmünün bulunmaması hakka yapılan müdahaleyi anayasal temelden yoksun bıraktığı,
  • Bununla birlikte medeni yargılama usulüyle ilgili yürürlükteki mevzuatta usule ilişkin kazanılmış hak ilkesini bu lafzıyla ya da içtihat yoluyla geliştirilen uygulama biçimleri itibarıyla bir usul kuralı olarak açıkça düzenleyen herhangi bir kanun hükmü bulunmadığı, nitekim Yargıtay’ın da anılan ilkeyi uyguladığı kararlarında bu hususu belirttiği, usuli kazanılmış bak kavramına ilişkin açık bir yasal hükmün bulunmadığı, konunun yargı içtihadı ile geliştiği,
  • Somut davada Mahkemenin usuli kazanılmış hak ilkesini başvurucunun maddi hukuka ilişkin hakkını aynı davada talep edememesine yol açacak biçimde uygulandığı, anılan uygulamanın dayanağını Yargıtay içtihadı oluşturmakta ise de yargısal içtihadın bu kapsam ve mahiyette bir uygulamaya hukuksal dayanak teşkil edemeyeceği açık olduğu, zira aksi yöndeki kabul, Anayasa'nın temel hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini öngören 13. maddesi hükmüyle bağdaşmayacağı, kuşkusuz yargısal içtihatlar, belirli bir konuyu düzenleyen kanun hükmünün uygulanmasını gösterme ve bu bağlamda hukuki belirliliği sağlamada temel kaynaklardan biri olduğu, ancak yargısal içtihatların bu işlevini yerine getirebilmesinin ön şartı o konuyu düzenleyen bir normun varlığı olduğu, nitekim idari davalarda da daha önce sadece içtihadi bir uygulama zemini bulunan usuli kazanılmış hak ilkesinin 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 50. maddesinin (4) numaralı fıkrasına 18/6/2014 tarihli ve 6545 sayılı Kanun'un 23. maddesiyle eklenen "Danıştayın bozma kararına uyulduğu takdirde, bu kararın temyiz incelemesi, bozma kararına uygunlukla sınırlı olarak yapılır." biçimindeki hükümle idari yargılama usulü bakımından -bozma kararı bağlamıyla ve temyiz incelemesinin kapsamıyla sınırlı olarak- yasal bir dayanağa oturtulmuş olduğu,
  • Bu itibarla gerek Kanun'un bilirkişi raporuna itiraz müessesesiyle ilgili söz konusu hükmünün henüz yargılamanın başlamadığı bir süreçte gerçekleştirilen işlemlere de teşmil edilmesinin gerekse söz konusu hükmün bilirkişi raporuna itiraz edilmemesine diğer taraf lehine usule ilişkin kazanılmış hak oluşturma sonucunu bağladığı biçimindeki bir yorumun anılan hükme yönelik ve öngörülebilir olmadığı sonucuna varıldığı, dolayısıyla dava açılmadan önceki idari süreçte düzenlenen bir rapora itiraz edilmediği için maluliyet oranının bu raporda hesaplanandan fazla olan kısmına yönelik talebin davalı lehine usuli kazanılmış hak oluştuğu gerekçesiyle reddedilmesine ilişkin söz konusu müdahalenin kanuni bir dayanağının bulunmadığının görüldüğü,
  • Anayasa Mahkemesi’nin, olay ve olguları somut başvuru ile benzer nitelikte olan Veysi Ado ([GK] B. No: 2022/100837, 27/4/2023) kararında uygulanacak anayasal ilkeleri belirlediği, bu çerçevede Anayasa Mahkemesi’nin 9/1/2013 tarihli ve 6384 sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun'un geçici 2. maddesinde 28/3/2023 tarihli ve 7445 sayılı Kanun'un 40. maddesi ile yapılan değişikliğe göre 9/3/2023 tarihi (bu tarih dahil) itibarıyla derdest olan, yargılamaların makul sürede sonuçlandırılmadığı iddialarıyla yapılan başvurulara ilişkin olarak Tazminat Komisyonuna başvuru yolu tüketilmeden yapılan başvurunun incelenmesinin bireysel başvurunun ikincil niteliği ile bağdaşmayacağı neticesine varıldığı, somut başvuruda, anılan kararda açıklanan ilkelerden ve ulaşılan sonuçtan ayrılmayı gerektiren bir durum bulunmadığı, açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerektiği

İfade edilerek,

Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğunaAnayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir.

Söz konusu AYM Kararı’nın tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. Nitelikli Cinsel Saldırı Şüphesiyle Gözaltına Alınan Kişi Hakkında Soruşturma Aşamasında Yapılan Haberlerin, Şeref ve İtibarın Korunması Hakkını İhlal Ettiğine İlişkin Anayasa Mahkemesi Kararı

Anayasa Mahkemesi’nin (“AYM”) başvurucu hakkında yapılan haberler nedeniyle başvurucunun şeref ve itibarının korunması hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkin 2021/24447 başvuru numaralı ve 20/12/2023 tarihli kararı (“Karar”), 20 Mayıs 2024 tarihli ve 32551 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.

Karara göre;

  • 4/5/2014 tarihinde 81 yaşındaki S.Y.nin mağduru olduğu nitelikli cinsel saldırı meydana gelmiştir. Düzce Cumhuriyet Başsavcılığının başlattığı soruşturmada mağdur S.Y.nin ek ifadesindeki beyanları sebebiyle başvurucu gözaltına alınmış ve bir gün gözaltında kalmıştır.
  • Soruşturma kapsamında başvurucunun suçun faili olduğuna dair müştekinin soyut beyanları dışında herhangi bir delil bulunmadığına, özetle başvurucu yönünden kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir.
  • Yaşanan olaylara ilişkin çeşitli haber sitelerinde “Düzce'den iğrenç haber! 81 yaşındaki nineye tecavüz etti.”, “Düzce'de 25'lik genç 85'lik nineye...” şeklinde haberler yapılarak başvurucunun gözaltına alındığı esnada sol profilinden fotoğrafına yer verilmiştir.
  • Başvurucu, kendisinin işlemediği bir suçtan ötürü suçu işlemiş gibi haber yapıldığı, üstelik yüzü buzlanmaksızın fotoğrafı paylaşıldığı için basın yoluyla kişilik haklarına saldırıldığı iddiasıyla yerel mahkemede, haber sahiplerine karşı tazminat davası açmıştır.
  • Yerel mahkeme davanın kısmen kabulüne karar vermiş olup bunun üzerine istinaf mahkemesi, olayın haberleştirilmesinde kamu yararı bulunduğunu, konuyla ilgili olarak yayım tarihi itibarıyla haberin gerçeğe uygun olduğunu değerlendirmiş; tüm davalılar yönünden davanın reddine karar vermiştir.
  • Yargıtay, temyiz incelemesinde davacı ile ilgisi bulunmayan bir eylemin davacı tarafından gerçekleştirildiği şeklinde asılsız haber yapılması ve haberde davacının fotoğrafının açık şekilde paylaşılmasının basın özgürlüğünün sınırlarını aştığı kanaatine varmış, davacı yararına uygun bir manevi tazminata hükmedilmesi için kararı bozmuştur.
  • Nihai karara karşı bireysel başvuru yoluna gidilmesi üzerine AYM tarafından;
  • Gazetecilerin ceza yargılaması sisteminin işleyişi hakkında haber yaparken uymaları gereken sınırların Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin 10/7/2013 tarihli tavsiye kararında düzenlendiği[1],
  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (“AİHM”) kararlarında, ilgili kişilerin kamusal bir figür veya siyasetçi olup olmamasına göre özel hayat sınırlarının belirlendiği,
  • AİHM’e göre, bir kişi hakkında haber yapılmasının ötesinde kişinin fotoğrafının da haberde paylaşılmasının müdahaleyi artırdığı,
  • Başvurucunun iddiasına göre; davalıların haberlerde kendisinden tecavüzcü olarak bahsettikleri, hâlbuki haberin yapıldığı tarihte suçu işlediğinin sabit olmadığı, "25'lik genç 81'lik nineye tecavüz etti" şeklinde bir başlıkla yapılan ve gerçeği yansıtmayan haberler nedeniyle özel hayatında mağduriyet yaşadığı, toplumda tecavüzcü olarak hedef gösterildiği, takdir edilen manevi tazminatın uğradığı manevi zararı karşılamaktan uzak olduğu,
  • Devletin bireyin manevi varlığının bir parçası olan kişisel şeref ve itibarına üçüncü kişilerin saldırılarını önlemek şeklinde pozitif yükümlülüğünün bulunduğu,
  • AYM’nin mevcut başvuruya benzer olaylarda, başvurucunun Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında koruma altına alınan şeref ve itibarın korunması hakkı ile ihtilaflı haberi yapan gazetecinin Anayasa’nın 28. maddesinde güvence altına alınan basın özgürlüğü ve bu özgürlükle bağlantılı olarak Anayasa’nın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğü arasında adil bir dengenin gözetilip gözetilmediğini değerlendirdiği,
  • Çatışan haklar arasında dengelemede yararlanılan kriterlerin aşağıdaki şekilde olduğu;
    • Yayında kamu yararı bulunup bulunmadığı, yayının genel yarara ilişkin bir tartışmaya katkı sağlayıp sağlamadığı,
    • Toplumsal ilginin varlığı ve konunun güncel olup olmadığı,
    • Haberin yayımlanma şartları,
    • Haberin konusu, kullanılan ifadelerin türü, içeriği, şekli ve sonuçları,
    • Basın özgürlüğünün korumasından faydalanan kişilerin meslek ahlakına saygı gösterip göstermedikleri, doğru ve güvenilir bilgi verecek şekilde ve iyi niyetli olarak hareket edip etmedikleri,
    • Hedef alınan kişinin kim olduğu, ünlülük derecesi ile ilgili kişinin önceki davranışları,
    • Kamuoyu ile diğer kişilerin kullanılan ifadeler karşısında sahip oldukları hakların ağırlığı,
    • Fotoğrafın kimliği ifşa edecek şekilde yayımlanmasının habere katma değer sağlayıp sağlamadığı
  • Suç tipinin tecavüz, mağdurunsa 81 yaşında bir kadın olduğu düşünüldüğünde söz konusu haberlerin; toplumun cinsel suçlara karşı çok daha hassas olması nedeniyle infial uyandırmaya oldukça elverişli olduğu,
  • Başvurucunun kişisel veri niteliğindeki fotoğrafının haber içeriğinde yayımlanmasının şeref ve itibarının korunması hakkının ihlali olup olmadığını incelerken sırasıyla şu hususların ele alınacağı:
    • İlgili kişinin tanınırlığı,
    • İlgili kişinin önceki davranışları ve haberin konusu,
    • Yayımlandığı içerik,
    • Yayımlanma şekli ve yayımlanmasının sonuçları,
    • Genel yarara ilişkin bir tartışmaya sunduğu katkı,
    • Fotoğrafların elde edilme yöntemi
  • Kişilik haklarına yönelik haksız bir eylem söz konusu olduğunda mahkemelerin tatmin duygusu yanında caydırıcılık oluşturacak oranda manevi tazminat takdir etmelerinin zaruri olduğu,
  • Başvuruya konu davada verilen kararın ihlalin sebep olduğu zararı gidermeye elverişli olmadığı, anayasal hakların korunması bakımından yetersiz olduğu

belirtilmiş ve Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan şeref ve itibarın korunması hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE karar verilmiştir.

AYM’nin söz konusu kararının tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. AYM: Çatışan Hakların Varlığı Durumunda Sonraki Marka, Patent veya Tasarım Hakkı Sahibinin Kendisine Karşı Açılan Tecavüz Davasında, Tescilden Kaynaklanan Hakkını Savunma Olarak İleri Sürememesine İlişkin Düzenleme Anayasa’ya Aykırı Değildir

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı (“AYM”) tarafından, çatışan hakların varlığı durumunda sonraki marka, patent veya tasarım hakkı sahibinin kendisine karşı açılan tecavüz davasında, tescilden kaynaklanan sınai mülkiyet hakkını savunma gerekçesi olarak ileri sürememesinin Anayasa’ya aykırı olup olmadığının incelendiği 2023/95 E. 2024/34 K. sayılı karar (“Karar”) 20 Mayıs 2024 tarihli ve 32551 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.

Başvuru kararında özetle, Ankara 4. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi tarafından, çatışan hakların varlığı durumunda sonraki marka, patent veya tasarım hakkı sahibinin kendisine karşı açılan tecavüz davasında, tescilden kaynaklanan sınai mülkiyet hakkını savunma gerekçesi olarak ileri sürememesinin mülkiyet hakkı ve hak arama hürriyetine aykırılık oluşturduğu, kuralın eşitlik ilkesi ve hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı belirtilerek Anayasa'nın 2., 10., 11., 35. ve 36. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Karara göre;

  • İtiraz konusu kuralın; marka, patent veya tasarım hakkı sahibinin kendi hakkından daha önceki rüçhan veya başvuru tarihine sahip hak sahiplerinin açmış olduğu tecavüz davasında, sahip olduğu sınai mülkiyet hakkını savunma gerekçesi olarak ileri sürmesine engel olmak suretiyle fikrî mülkiyet hakkına sınırlama getirmekte olduğu,
  • Mülkiyet hakkına sınırlama getirilirken Anayasa'nın temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen 13. maddesinin göz önünde bulundurulması gerektiği,
  • Anayasa Mahkemesinin verdiği kararlarda sıkça vurgulandığı gibi temel hakları sınırlayan kanunun şeklen var olması yeterli olmayıp yasal kuralların keyfiliğe izin vermeyecek şekilde belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir düzenlemeler niteliğinde olması gerektiği,
  • Önceki rüçhan veya başvuru tarihine sahip hak sahiplerinin açmış olduğu tecavüz davalarında sonraki tarihli tescilin hukuka uygunluk nedeni olarak ileri sürülemeyeceğini içeren kuralın şekli anlamda bir kanun hükmünde olduğu ve kuralda herhangi bir belirsizlik bulunmadığı,
  • Öte yandan marka, patent veya tasarım hakkının kural olarak tescille kazanılacağı ancak tescil tarihinden önce de sınai mülkiyet hakkına yönelik önceki bir rüçhan veya başvuru tarihine sahip hak sahiplerinin olabileceği, kuralın anılan kişilerin sınai mülkiyet hakkına yönelik menfaatlerinin korunması amacıyla ihdas edildiği, bu yönüyle meşru bir amacının bulunduğu,
  • Mülkiyet hakkına yönelik sınırlamanın Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca ‘ölçülü’ olması gerektiği, amacı temel hak ve özgürlüklerin gereğinden fazla sınırlandırılmasının önlenmesi olan ölçülülük ilkesinin elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluştuğu, elverişlilik öngörülen sınırlamanın ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından sınırlamanın zorunlu olmasını, diğer bir ifadeyle aynı amaca daha hafif bir sınırlama ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise hakka getirilen sınırlama ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmekte olduğu, kuralla mülkiyet hakkına getirilen sınırlamanın elverişlilik, gereklilik ve orantılılık alt ilkelerine aykırı olmaması gerektiği,
  • Kanun'da sayılan sınai mülkiyet haklarının kural olarak tescille kazanılmasından dolayı tescilin hak sahipliği açısından güçlü bir karine olduğu, önceki rüçhan veya başvuru sahiplerinin açtıkları tecavüzün önlenmesi davasında sınai mülkiyet hakkının savunma gerekçesi olarak ileri sürülmesi durumunda tecavüz davasının olumsuz sonuçlanmasının muhtemel olduğu ve bu durumun önüne geçmek için kuralın ihdas edildiği göz önünde bulundurulursa kuralın elverişli ve gerekli olmadığının söylenemeyeceği,
  • Ölçülülük incelemesinde ayrıca mülkiyet hakkına getirilen sınırlama ile meşru amaç arasındaki makul dengeyi ifade eden orantılılık alt ilkesine de dikkat edilmesi gerektiği, adına tescil yapılmış olan marka, patent veya tasarım hakkı sahipleri için her ne şart altında olursa olsun mutlak bir koruma sistemi öngörülmesi zorunluluğu bulunmadığı gibi şartları oluşmamasına rağmen tescilden kaynaklı olarak başkalarının sınai mülkiyet haklarına yapılan tecavüzlerin önlenmesine yönelik olarak gerekli tedbirleri almak devletin pozitif yükümlülükleri arasında olduğu, diğer taraftan kural, tecavüz davasının her hâlükârda davacılar lehine sonuçlanmasını öngörmemekte olduğu, bir başka ifadeyle marka, patent veya tasarım hakkı sahibinin kendi hakkından daha önceki rüçhan veya başvuru tarihine sahip hak sahiplerinin açmış olduğu tecavüz davasında, mülkiyet hakkına sahip olduğunu her türlü delille ispat etmesine engel bulunmadığıbu yönüyle kuralın mülkiyet hakkına orantısız bir müdahalede bulunmadığı sonucuna varıldığı

İfade edilerek

  • 22/12/2016 tarihli ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu'nun 155. maddesinin "...tecavüz davasında, sahip olduğu sınai mülkiyet hakkını savunma gerekçesi olarak ileri süremez." bölümünün Anayasa'ya aykırı olmadığına ve itiraz talebinin reddine oybirliğiyle karar verilmiştir.

Kararın tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. AYM’nin Artvin Bakır Madeni Projesine İlişkin Kararı: Başvurucuların Maden Arama Faaliyetleriyle İlgili Hazırlanan ÇED Olumlu Raporuna Yönelik İtirazlarının Yerel Mahkemece İncelenmemesi Özel Hayata Saygı Hakkının İhlali Sayılmıştır

Anayasa Mahkemesi (“AYM”) tarafından 20 Mayıs 2024 tarihli ve 32551 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2017/33865 başvuru numaralı ve 1/11/2023 tarihli karara (“Karar”) göre;

2/6/2015 tarihli ÇED olumlu kararına ilişkin yargılamada; başvurucuların taşıma kapasitesi 292 bin ton olan teleferik hattının, işletilmesi planlanan yıllık 500 bin tonluk rezervi taşıyamayacağına yönelik iddialarının değerlendirilmemesi sonucunda, Anayasa’nın 20. maddesinde güvence altına alınan özel hayata saygı hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir.

Karara göre;

  • Başvuru, çevresel etki değerlendirmesinin olumlu olduğuna ilişkin kararın iptali talebiyle açılan davanın reddedilmesi nedeniyle özel hayata saygı hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
  • Artvin'in Cerattepe mevkiinde 1986 yılında başlayan maden arama faaliyetleri 2008 yılına kadar birçok aşamadan geçmiş, anılan faaliyetle ilgili olarak Artvin Valiliği Mahalli Çevre Kurulunca alınan 10/11/1995 tarihli ve 1995/4 sayılı karar[3] 13/2/1996 tarihli ve 22553 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanmıştır.
  • Artvin, Merkez Cerattepe mevkiinde Ö. İnşaat Tic. San. A.Ş. tarafından yapılması planlanan Cerattepe Bakır Madeni Projesi ile ilgili olarak 18/7/2013 tarihinde çevresel etki değerlendirmesi[4] (“ÇED”) olumlu kararı verilmiştir.
  • Bu kararın iptali talebiyle açılan davada dava konusu işlemin iptaline karar vermiştir. 
  • Mahkemenin anılan kararı, Danıştay tarafından 26/4/2016 tarihli kararla onanmıştır. Onama kararında bilirkişilerin alınması gereken önlemler konusundaki görüşleri doğrultusunda yeniden ÇED raporu alınması gerektiği vurgulanmıştır.
  • Mahkemenin iptal kararıyla ilgili temyiz incelemesi sonuçlanmadan, Çevre ve Orman Bakanlığı (“Bakanlık”) tarafından yayımlanan ÇED Yönetmeliği Uygulamaları konulu 2009/7 sayılı mülga Genelge uyarınca bahse konu proje ile ilgili yeni bir ÇED süreci başlatılmıştır.
  • 2009/7 sayılı Genelge kapsamında yürütülen ÇED sürecinin sonucunda, yapılması planlanan Cerattepe Bakır Madeni, Kırma-Eleme Tesisi ve Teleferik Hattı Projesi'ne yönelik 2/6/2015 tarihli ÇED olumlu kararı verilmiştir.
  • Bu kararın iptali talebiyle açılan davada, bilirkişi heyeti tarafından; ÇED raporunun heyelan açısından tüm riskleri içerdiği ve bu risklere karşı alınacak önlemlerin ve tedbirlerin ÇED raporunda yer aldığı, projenin orman ekosistemi ve tarım arazileri üzerinde ciddi derecede olumsuz etkisi olmayacağı, faaliyet esnasında açığa çıkacak atık suların ekosisteme herhangi bir olumsuz etkisinin olmayacağı, önerilen yıllık 500 bin ton cevher üretiminin 292 bin ton taşıma kapasitesi olan teleferik hattı ile çıkarılmasının mümkün olmadığı belirtilmiştir.
  • Mahkeme; bilirkişi raporuna dayalı olarak 24/12/2014 tarihli iptal kararıyla ÇED raporundaki belli eksikliklerin ortaya konulduğunu ve bu minvalde 2009/7 sayılı Genelge'nin uygulanabileceğini, bu kapsamda yeniden düzenlenen ÇED raporunda daha önceki ÇED raporundaki olumsuzlukların ve eksikliklerin giderildiğini belirterek davanın reddine karar vermiştir.
  • Ayrıca Mahkeme projede önerilen yıllık 500 bin tonluk cevher üretiminin 292 bin ton taşıma kapasitesine sahip teleferik hattı ile taşınmasının teknik olarak mümkün görülmediğini, buna rağmen cevherin nakliyesi sırasında oluşması muhtemel tozların olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak amacıyla gerekli tedbirlerin alınmasıyla bu hususun bertaraf edilebileceğini belirtmiştir.
  • Bu karara karşı yapılan temyiz başvurusunda davanın reddine ilişkin kısmının onanmasına karar verilmiştir.
  • Nihai karar sonucunda AYM tarafından;
  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (“AİHM”) bir kararına[5] göre; bir çelik fabrikasının neden olduğu ve civarda yaşayan nüfusun sağlığını tehlikeye düşüren hava kirliliğine ilişkin olarak yerel makamların kirli bir bölgenin arındırılmasını sağlama çabalarından istenen sonuçların alınamamasının özel hayata saygı hakkının ihlali anlamına geldiği,
  • Başvuruculardan Yeşil Artvin Derneği’nin tüzel kişiliğinin doğrudan etkilenmediği ve tüzel kişiliğe ilişkin bir hakkın ihlal edilmediği, dolayısıyla başvurucu Dernek yönünden başvurunun kabul edilemez olduğu,
  • Diğer başvurucuların iddiasına göre; 2009/7 sayılı Genelge'nin maden işletmeciliğiyle ilgili olmadığı, bu kapsamda yeniden hazırlanan ÇED raporunda ormana zarar vermemek için önerilen kapalı ocak işletmesinin suya zarar vermeyeceğine dair somut vaatlerin yer almadığı,
  • Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının ortak koruma alanında bulunmamasından dolayı, Anayasa’nın fiziksel ve ruhsal bütünlüğün korunması ile ilgili hukuksal çıkarları ihtiva eden 17. maddesi, özel hayata ve aile hayatına saygıyı güvence altına alan 20. maddesi ve konut dokunulmazlığını düzenleyen 21. maddesi ile bağlantılı olarak değerlendirildiği,
  • AYM’nin görevinin, söz konusu çevresel rahatsızlığın nasıl sonlandırılacağı veya etkilerinin nasıl azaltılacağının bizzat belirlemek olmadığı, yargısal makamlar başta olmak üzere kamusal makamların konuya gereken özenle yaklaşıp yaklaşmadıklarını değerlendirdiği,
  • Artvin Valiliği Mahalli Çevre Kurulunun Resmî Gazete'de de yayımlanmış olan 10/11/1995 tarihli kararının ana hatlarıyla birçok çevresel olumsuzluğa işaret ettiği, yerel mahkemenin 24/12/2014 tarihli kararı ile maden faaliyetinin hayata geçirilmesi hâlinde yöre sakinleri açısından Artvin'in yaşam alanı olmaktan çıkacağının vurgulandığı,
  • 24/12/2014 tarihli iptal kararındaki maden faaliyetinin Artvin'i yaşam alanı olmaktan çıkaracağına ilişkin temel gerekçenin söz konusu iptal kararı sonrasında 2009/7 sayılı Genelge'nin uygulama alanı bulmasını engellediği, ÇED sürecinin bu genelge kapsamında ikmal edilerek değil baştan başlatılması gerektiği,
  • 1/6/2016 tarihli teknik bilirkişi raporunda da projede yer alan teleferik hattına değinilmiş, yıllık 500 bin ton cevher üretiminin 292 bin ton taşıma kapasitesine sahip teleferik hattı ile çıkarılmasının mümkün olmadığı, bu konuda gerekli tedbirlerin alınması gerektiği vurgulandığı halde Mahkemenin başvurucuların teleferik hattıyla ilgili iddiasına karşılık somut bir gerekçeye yer vermediği,
  • Sonuç olarak; başvurucuların belirtilen iddia ve itirazlarının derece mahkemesi ve temyiz mercii tarafından özel hayata saygı hakkının gerektirdiği özende değerlendirilmediği, bu bağlamda uyuşmazlığın sonucuna etkili iddia ve itirazların tamamının ilgili ve yeterli bir gerekçe ile karşılanmadığı

ifade edilmiş ve Anayasa’nın 20. maddesinde güvence altına alınan özel hayata saygı hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE karar verilmiştir.

AYM’nin söz konusu kararının tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. Elektrik Piyasasında Lisanssız Elektrik Üretim Yönetmeliği’nde Değişiklikler Yapılmıştır

Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (“EPDK”) tarafından hazırlanan Elektrik Piyasasında Lisanssız Elektrik Üretim Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik (“Yönetmelik”) 14 Mayıs 2024 tarihli ve 32546 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

Yönetmeliğe göre;

  • Geçici abonelikler kapsamındaki tüketimler, aynı gerçek veya tüzel kişiye ait ve aynı abone grubunda bulunan işletmedeki üretim tesisleriyle mahsuplaşmaya dâhil edilebilecektir.
  • Elektronik ortamda alınan başvurular için belge iadesi yapılmayacaktır.
  • Rüzgar enerjisine dayalı başvurularda teknik etkileşim izninin olumsuz sonuçlanması durumunda başvuru sahibine, dağıtım seviyesinden bağlantılarda aynı trafo merkezinden, iletim seviyesinden bağlantılarda aynı iletim bölgesinden bağlanmak şartıyla, altmış gün içerisinde saha değişikliği veya revizyonu için ilgili şebeke işletmecisine başvurma hakkı verilmiştir.
  • Bağlantı anlaşması süresi 180 günden bir 1 yıla çıkarılmıştır.
  • 12/5/2019 tarihinden sonra bağlantı anlaşmasına çağrı mektubu almaya hak kazanan üretim tesisleri için talep edilen mekanik kurulu güç, elektriksel kurulu gücün iki katını aşamayacaktır.
  • Lisanssız üretim tesislerinde her bir seferinde 10 MWe gücünden aşağı olmamak üzere kısmi kabul yapılabilecektir.
  • Bağlantı anlaşmasına çağrı mektubu düzenlenen, bağlantı anlaşması imzalanan ve kabulü tamamlanarak işletmeye geçen üretim tesisleri için mücbir sebep hallerinde EPDK Kararı ile ve dağıtım seviyesinden bağlantılarda aynı trafo merkezinden, iletim seviyesinden bağlantılarda aynı iletim bölgesinden bağlanmak şartıyla saha değişikliği yapılabilecektir.
  • Kabul işlemleri yapılmadan bir üretim tesisinin kurularak işletmeye alındığının tespit edilmesi durumunda; herhangi bir bildirime gerek kalmaksızın ilgili şebeke işletmecisi tarafından üretim tesisi şebekeden ayrılacaktır. Üretim tesisini kuran gerçek veya tüzel kişi üç yıl boyunca bu Yönetmelik kapsamında başvuru yapamayacaktır.

Söz konusu Yönetmeliğin tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. MDR'ye Göre Belgelendirilmeyecek Tıbbi Cihazların ÜTS Uygulamaları Hakkında Soru Cevap Dokümanı Yayınlanmıştır

Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu’nun (“Kurum”) 21 Mayıs 2024 tarihli duyurusuna göre; MDR'ye Göre Belgelendirilmeyecek Tıbbi Cihazların ÜTS Uygulamaları Hakkında Soru Cevap Dokümanı, (“Doküman”) Tıbbi Cihaz Kayıt İşlemleri menüsünden (AB) 2023/607 Sayılı Tüzük Hükümlerine Kapsamındaki EC Sertifikaları ve Tıbbi Cihazlar için Süre Uzatımı Başvuruları sayfasında sunumlar başlığı altında ilgilere sunulmuştur.

Kurum’un ilgili duyurusunun tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

  1. Ruhsat/İzin Sahiplerinin 2023 Yılı Değer Aktarım Bildirimleri İçin Son Tarih Açıklanmıştır

Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu (“Kurum”) tarafından 14 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanan bilgilendirme yazısına göre; ruhsat/izin sahiplerinin ve/veya bağlı bulundukları dernek/sandık/vakıfların 2023 yılı değer aktarım bildirimlerini 30 Haziran 2024 tarihine kadar yapması gerekmektedir.

Kurum’un E-24931227-000-1474210 sayılı yazısına göre;

İlgili yazı, 3.7.2015 tarihli ve 29405 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Beşeri Tıbbi Ürünlerin Tanıtım Faaliyetleri Hakkında Yönetmeliğin (“Yönetmelik”) 11 inci maddesinin yedinci fıkrasına[6] göre hazırlanmıştır.

Kurum’un E-24931227-000-1474210 sayılı yazısının tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

Kurum’un konuya ilişkin duyurusuna buradan ulaşabilirsiniz.

 


[1]  “2. Adın değiştirilmesi

Madde 27- Adın değiştirilmesi, ancak haklı sebeplere dayanılarak hâkimden istenebilir.

Adın değiştirildiği nüfus siciline kayıt ve ilân olunur.

Ad değişmekle kişisel durum değişmez.

Adın değiştirilmesinden zarar gören kimse, bunu öğrendiği günden başlayarak bir yıl içinde değiştirme kararının kaldırılmasını dava edebilir.”

 

[2] Rekabeti Sınırlayıcı Anlaşma, Uyumlu Eylem ve Kararlar

Madde 4 – Belirli bir mal veya hizmet piyasasında doğrudan veya dolaylı olarak rekabeti engelleme, bozma ya da kısıtlama amacını taşıyan veya bu etkiyi doğuran yahut doğurabilecek nitelikte olan teşebbüsler arası anlaşmalar, uyumlu eylemler ve teşebbüs birliklerinin bu tür karar ve eylemleri hukuka aykırı ve yasaktır.

Bu haller, özellikle şunlardır:

a) Mal veya hizmetlerin alım ya da satım fiyatının, fiyatı oluşturan maliyet, kar gibi unsurlar ile her türlü alım yahut satım şartlarının tesbit edilmesi,

b) Mal veya hizmet piyasalarının bölüşülmesi ile her türlü piyasa kaynaklarının veya unsurlarının paylaşılması ya da kontrolü,

 c) Mal veya hizmetin arz ya da talep miktarının kontrolü veya bunların piyasa dışında belirlenmesi,

d) Rakip teşebbüslerin faaliyetlerinin zorlaştırılması, kısıtlanması veya piyasada faaliyet gösteren teşebbüslerin boykot ya da diğer davranışlarla piyasa dışına çıkartılması yahut piyasaya yeni gireceklerin engellenmesi,

e) Münhasır bayilik hariç olmak üzere, eşit hak, yükümlülük ve edimler için eşit durumdaki kişilere farklı şartların uygulanması,

f) Anlaşmanın niteliği veya ticari teamüllere aykırı olarak, bir mal veya hizmet ile birlikte diğer mal veya hizmetin satın alınmasının zorunlu kılınması veya aracı teşebbüs durumundaki alıcıların talep ettiği bir malın ya da hizmetin diğer bir mal veya hizmetin de alıcı tarafından teşhiri şartına bağlanması ya da arz edilen bir mal veya hizmetin tekrar arzına ilişkin şartların ileri sürülmesi,

 

Bir anlaşmanın varlığının ispatlanamadığı durumlarda piyasadaki fiyat değişmelerinin veya arz ve talep dengesinin ya da teşebbüslerin faaliyet bölgelerinin, rekabetin engellendiği, bozulduğu veya kısıtlandığı piyasalardakine benzerlik göstermesi, teşebbüslerin uyumlu eylem içinde olduklarına karine teşkil eder.

Ekonomik ve rasyonel gerçeklere dayanmak koşuluyla taraflardan her biri uyumlu eylemde bulunmadığını ispatlayarak sorumluluktan kurtulabilir.”

 

[3]Söz konusu plânlanan madencilik faaliyetlerinin ele alındığı paneller öncesinde bölgede panele katılan Bilim adamlarınca bölgede incelemeler yapılmış ve panellerde ağırlıklı olarak bölgenin konumu, yapısı v.b. özellikleri nedeni ile madencilik faaliyetlerinin sürdürülmesi ile bölgenin çevresel değerlerinin olumsuz etkileneceği şeklinde görüş bildirmişlerdir.”

[4] “ÇED, kalkınma ve ekonomik gelişme için yapılacak yatırım ve faaliyetlerin doğayı tahrip etmeden ve çevreyi kirletmeden gerçekleştirilmesinde kullanılan yöntemlerden birisidir. ÇED ile korunmaya çalışılan temel unsur, çevre ve bu çevredeki varlıklardır (AYM, E.200/99, K.2009/9, 15/1/2009).”

[5] Cordella ve diğerleri/İtalya (B. No: 54414/13 ve 54264/15, 24/1/2019)

[6] “Ruhsat/izin sahibi, sağlık kurum ve kuruluşları, üniversiteler, sağlık meslek mensupları ve üyesi bulundukları meslekî örgütler, sendikalar ve sağlık alanında faaliyet gösteren dernekler ve vakıflar ile sağlığın korunması ve geliştirilmesi maksadıyla kurulan sivil toplum kuruluşlarına parasal değeri yürürlükteki aylık brüt asgarî ücretin % 10’unu aşan her türlü değer aktarımlarını sadece aşağıda belirtilen şartlara uymak kaydıyla yapabilir:

a) Ruhsat/izin sahibi, bir takvim yılı içinde yapılan değer aktarımlarını Kurum tarafından belirlenen formatta ve ayrıntılı olarak bir sonraki yılın ilk altı ayı içerisinde Kuruma bildirir.

b) Bu kapsamda yapılacak değer aktarımında, değer aktarımının kabulü ve bu değer aktarımının Kuruma bildirilebilmesi için ruhsat/izin sahibi tarafından sağlık meslek mensubunun, diğer kurum ve kuruluşlarda ise yetkili amirin yazılı onayı alınır. Yazılı onay alınmaması halinde ruhsat/izin sahibi tarafından değer aktarımı yapılamaz.”